GERÇEĞİN İZİNİ SÜRMEK
Karamsar ama gerçekçi bir bakışla İstanbul’u her açıdan kuşatır Celil Oker, ki çağdaş polisiye romanda aradığımız tam da böylesi bir yaklaşımdır… Kişiler konusunda gösterdiği ayrıntı avcılığı ve tasvirciliğinin mekânlara ve güncel siyasete de yansıdığını özellikle belirtmek gerekir. Ancak Remzi Ünal’ın merceğine takılan İstanbul manzaraları kent ya da “ecdat” güzellemesi yapan yerli polisiyelerdeki çakma tablolara hiç benzemez. İncili kaftanlarına sarınmış muktedirlerin saraylarında geçmez Celil Oker polisiyeleri.
221B Polisiye Dergisi Mayıs Haziran 2020 sayısı
Polisiye edebiyatımızın büyük ustası Celil Oker geçtiğimiz yıl aramızdan ayrıldığında hem eski bir dostu hem de sevdiğim bir yazarı kaybetmiştim. 80’li yılların başında Yarın dergisinde tanışmıştık Celil Abi ile. Onun ilk hikâyelerinin, benim ilk eleştiri yazılarımın yayımlandığı, edebiyatın bir direniş biçimi, hayata karşı bir duruş temsil ettiği yıllardı. Yanlış hatırlamıyorsam “kaçak”lığı nedeniyle, dergiye verdiği hikâyelerinde Remzi Ünal müstearını kullanıyordu. Yıllar sonra ilk polisiyesini okuduğumda Remzi Ünal’ı bir roman kahramanı olarak karşımda bulmak büyük bir süpriz olmuştu. Yazarı gibi hayat yorgunu, yazarı kadar sigara bağımlısı, hayata karşı yazarına yakışır duruşuyla bu gerçekten “özel” dedektif sonraki yirmi yıl boyunca polisiye edebiyatımıza yeni bir boyut kazandıracaktı.
Celil Oker’i anmak için başladım ama söz ister istemez Remzi Ünal’a uzandı. Ne yazık ki dedektif romanları yazarlarının değişmez kaderidir; güçlü karakterler yaratan ustaların ismi, kahramanlarının her zaman gölgesinde kalmıştır. Mesela Sherlock Holmes’ün A.C. Doyle’dan, Philip Marlow’un R. Chandler’den, Maigret’nin G. Simenon’dan hatta pek çokları için Hercule Poirot’nun A. Christie’den daha ünlü olması gibi, Remzi Ünal da zaman zaman Celil Oker isminin önüne geçmiştir. Bunda bir zamanlar reklam sektöründe çalışmasına rağmen kendi reklamını yapmaktan hoşlanmayan, ilgi toplamaktan sıkılan mütevazı kişiliğiyle Oker’in de kuşkusuz payı vardı. Ama biz hakkaniyetli davranalım ve anma yazısına yazar tanıtımıyla başlayalım.
Celil Oker, 1952 yılında Kayseri’de doğmuştu. Talas Amerikan Ortaokulu’nu ve Tarsus Amerikan Koleji’ni bitirdi. Boğaziçi Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı bölümünden 1979 yılında mezun oldu. Bir süre çevirmenlik, gazetecilik ve ansiklopedi yazarlığı yaptı. 80’li yıllarda ilk öyküleri Yarın dergisinde yayımlandı. 1983’te reklam yazarlığına başladı. 1998 yılında Bilgi Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde öğretim görevlisi olarak çalışmaya başladı. 1999 yılında düzenlenen Kaktüs Kahvesi Polisiye Roman Yarışması’nda Çıplak Ceset adlı romanıyla birinci olduktan sonra edebiyat kariyerini Kramponlu Ceset (2000), Bin Lotluk Ceset (2000), Rol Çalan Ceset (2001), Son Ceset (2005), Bir Şapka Bir Tabanca (2005), Yenik ve Yalnız (2010), Ateş Etme İstanbul (2013) ve Sen Ölürsün Ben Yaşarım (2016) romanları ile sürdürdü. Kitapları Almanya, Hollanda, Yunanistan ve İspanya’da yayımlandı. Remzi Ünal dizisi dışında 2004 yılında Murathan Mungan, Pınar Kür, Faruk Ulay ve Elif Şafak ile birlikte kaleme aldığı Beşpeşe romanı ve 2001 yılında Beyaz Eldiven, Sarı Zarf adlı hikâye kitabı da bulunuyor.
Suçun arkasındakine uzanan, çağın hayat
tarzlarını sorgulayan, toplumdaki yozlaşmanın
bireylerde yarattığı travmayı önemseyen
Oker’in anlattıkları bu coğrafyaya dairdi, bizim
hikâyelerimizdi…
Zaten Celil Oker de hikâyenin içine serpiştirdiği cümleler ve göndermelerle ustaların mirasçısı olduğunu inkâr etmemiştir. Belki de bu nedenle hayalimde canlandırırken yakası kalkık pardösüsü, ağzından hiç düşürmediği sigarası, sert ve kinik tavrıyla Humphrey Bogart’la eşleştiriyorum Remzi Ünal’ı. Ama daha yakından bakıldığında Remzi Ünal’ın en yakın akrabası Matt Scudder görünüyor. Yaş grupları, meslekle eğreti bağları, adalet algıları, ironik bakışları, maddi durumları ve daha birçok konuda birbirlerine çok yakın duruyorlar. Nitekim Bir Şapka Bir Tabanca’da bir roman kişisi ağzından kendisi de dillendirecektir benzerliği:
“‘Tıpkı filmlerdeki konuşmalara benzedi bu’ dedi gülmesini denetlemeye çalışarak; ‘sert adam içeri girer, uzun tabureye tünemiş kadınla derin ve anlamsız cümlelerle konuşurlar. Ama ne burası bir bar, ne de ben uzun ağızlıkla sigara içen bir kadınım.’ ‘Eh, ben de pek Mike Hammer sayılmam’ dedim. ‘Daha çok Matthew Scudder’a benziyorsunuz’ dedi (…) ‘New York sokaklarında dolaşan sizin meslekten biri.’”
Ama benzerlikler hikâyelere tat katan unsurlardan öteye gitmiyor. Celil Oker polisiyelerine özel dedektif romanlarının adaptasyonu ya da Remzi Ünal’a Marlow taklidi demek haksızlık olur. Çünkü Remzi Ünal ancak ve ancak 20. yüzyılın sonlarındaki İstanbul atmosferinde karşılığını bulabilecek bir karakter. Zaten Celil Oker’in Remzi Ünal’daki başarısı da polisiyelerde sık rastlayamadığımız kadar gerçek bir insan tipi yaratmasındandır. Ve bana göre polisiye edebiyatımızın gelmiş geçmiş en başarılı dedektif tiplemesi Celil Oker’in Remzi Ünal’ıdır. Remzi Ünal serisi, dedektiflik mesleğine ilişkin hayali bir yasal düzenleme varsayılarak kurgulanmasına rağmen, yani gerçeklikle ilişkisi daha ilk başta gerçek dışı kılınırken okurda bir an bile “saçma” duygusu yaratmaz. Peki, bunu nasıl başarır Oker? İlk vurgulanması gereken, var olmayan bir meslek erbabının bile çok gerçekçi biçimde canlandırılması olmalı; gündelik hayatın küçük ayrıntılarda yakalanması, roman kahramanının o hayatın içine yerleştirilmesi, karakteristik olanın canlı tasvirlerle aktarılması… Öyle ki Remzi Ünal bizden biri haline geliyor. Yalnız yaşayan orta yaşlı bir erkeğin gündelik, sıradan davranışlarını gösteriyor, yaptığı işi aşkın nedenlerle değil, hayatını kazanmak adına sürdürüyor. Kendi ifadesiyle, “Hava Kuvvetleri’nden müstafi, THY’den kovulma, kendisine saygısı olan hiçbir frequent flyer’ın adını bile duymadığı sekizinci sınıf charter şirketlerinde bile tutunamayan, şu sıralar sayenizde MS Flight Simulator’ın Cessna’sına elini sürmekten aciz eski pilot, ex-kaptan, nevzuhur özel dedektif Remzi Ünal..!”
Temellerini Dashiel Hammet’in attığı, abartılı örneğini Mike Hammer’da bulan “private eyes” yani “özel dedektif” türünün ideal kahramanı, hayata karşı biraz umursamaz, bugünkü deyimle biraz “cool”, genellikle maddi sıkıntısı olan ama paraya da pek önem vermeyen, yeri geldiğinde silahına davranmaktan çekinmeyen, biraz maço biraz romantik insan tipiydi. Sorunların zekâ oyunlarıyla değil, silahların ve bileğin gücüyle çözümlendiği bu dünya, duygulardan uzak, sokağın ağzını/argoyu kullanan bir uslüpla ve hem şiddete hem cinselliğe ağırlık verilerek anlatılmıştı. Özel dedektifler sıradışı, karizmatik ve tekinsiz tiplerdi. Bazı yönlerde benzemekle birlikte aslında özel dedektif geleneğinin yabancı ve yerli örneklerinden farklıdır Celil Oker polisiyeleri. Belki de özel dedektif tiplemesine parodik bir yaklaşım demek daha doğru. Biraz hayat küskünü, sosyal ilişkilerinde biraz ürkek, biraz kinik, tehlike karşısında geri adım atmasını bilen, acıkan, üşüyen, yorulan bu adam -Philip Marlow, Mike Hammer gibi- türün şablonlarını çıkaran kahramanların yanında bir antikahraman sayılabilir. İstanbul’da yaşayan pek çok solcu entelektüelin -yorgunluk ve yenilmişlikte Ahmet Kaya’nın “yorgun demokrat”ında karakteristiğini bulan- ruh hali var kahramanımızda. Futbol sahalarından borsa dünyasına, reklam sektöründen kentsel dönüşüm simsarlığına kadar her yeri saran yozlaşmanın, toplumun suskunluğunun ve hatta suç ortaklığının onun haleti ruhiyesindeki karşılığıdır bu yenilmişlik duygusu. Yenilmişlik elbette vazgeçmişlik anlamına gelmiyor. Kaybedenlerden taraf olmak bilinçli bir tercih, sırtındaki taş kendi taşı.
Öyleyse Remzi Ünal, kimse yardımına gelmese bile o taşı taşıyacak, gerçekleri ortaya çıkarmak için elinden geleni ardına koymayacaktır… İşin doğrusu ne eski çağın gri hücreleriyle iş görenlerin zihnine ne sokakların tozunu attıranların yiğitliğine ne de polis teşkilatının sağladığı güce sahip. Peki, nasıl çözüyor vakaları? Sen Ölürsün Ben Yaşarım’da şöyle yanıtlamış:
“Bütün bunları yaparken kafamın içinde düşünceler dönüp duruyordu. Yemin ederim, ben de dahil olmak üzere kimse bütün bunlardan bir şey çıkarabilir mi bilmiyorum. İzlediğim filmlerde kahramanlardan biri bir olayı nasıl çözdüğünü, her bir ipucunu nasıl değerlendirdiğini ve sonunda her şeyin nasıl mantıklı bir çözüme ulaştığını anlatabilir ve bu da bana tamamen akla uygun gelir. Ama benim işimde pek böyle olmaz. Polis teşkilatındayken karşılaştığım olayların çoğu (eğer bir çözüme doğru giderlerse) iki yoldan birini izleyerek ilerlerdi. Ya birden yepyeni bir bilgi ortaya çıkana kadar cevabı bilmezdim ya da yapılan işi kimin yaptığını baştan beri bilirdim ve gereken tek şey bunu mahkemede kanıtlamak için yeterli delil bulmak olurdu. Gerçekten bir çözüm bulmak için çalıştığım küçük bir yüzdede ise, o zaman da anlamadığım, şimdi de anlamadığım bir süreç içinde çözüme ulaşırdım. Elimdekilere bakar, bakar, bakardım ve aniden bilgileri yeni bir ışıkla görür, çözümü bulurdum.”
Kısacası sabır ve sebattır Remzi Ünal’ın düsturu. Polisi işe karıştırmadan, güçlüleri kızdırmadan, güçsüzleri ürkütmeden ısrarla arşınlar sokakları, bilgi ve malzeme toplar, sorular sorar, insanları tahlil eder ve her seferinde meseleye farklı bir yerden yaklaşmaya çalışır. Bütün bunlar hikâyeleri zenginleştiren unsurlardır.
Suçun Kaynakları
Remzi Ünal gibi Celil Oker de sabır ve sebatla ilerlemişti kariyerinde. Onun da yanıt aradığı bir sorusu vardı; ilk maceradan sonuncusuna “yerli bir polisiye nasıl olmalı” sorusunun yanıtını aramış ve her romanda cevaba biraz daha yaklaşmıştı. Tam da bu nedenle Celil Oker polisiyeleri kenti, toplumu, insanları, adaletsiz ve eşitsiz bir düzeni bütün gerçekliğiyle sergilediler. Çıplak Ceset’te uyuşturucu ve pornografi dünyasını, Kramponlu Ceset’te futbol sahalarını ve podyumları, Bin Lotluk Ceset’te bir borsa şirketi özelinde finans çevrelerini, Rol Çalan Ceset’te sahne dünyasını, Son Ceset’te bilgisayar sektörünü, Bir Şapka Bir Tabanca’da reklam şirketlerini, Ateş Etme İstanbul’da özel hastaneleri, Sen Ölürsün Ben Yaşarım’da kentsel dönüşüm denilen yağmayı polisiye kurgu içinde ele aldı. Her macerada biraz daha geliştirerek kurmacalığını hiç gizlemeyen ama çok gerçekçi ve sağlam kurgulu polisiyeler üretti. Yavaş yavaş ilerler Oker polisiyeleri. Ayrıntılar sabırla gözlenir; jestleri, mimikleri, gözyaşlarını, gülücükleri kaçırmaz; merceğine düşen her şeyi kaydeder ve okura iletir. Atılım zamanı geldiğinde aniden hızlanacak, kavga dövüş, kovalamaca sahneleriyle hiç aksamayan bir tempo yakalayacak ve doyurucu bir final sahnesiyle noktalanacaktır. Bu heyecanlı kurmaca dünyanın her bir parçası gerçekçilik duygusunu sağlayacak biçimde katkı yapar hikâyeye ancak parodik yanını da saklamaz. Dedektifin ağzından aktarılan hikâyede gündelik dili yakalayan diyaloglar çok gerçekçi ve dinamik, anlatıya şaşırtıcı bir samimiyet duygusu sağlayan iç monologlar ise ince bir mizah ve ironiyle tahkim edilmiştir. Özel dedektifler suçluları kovalarlar ama aradıkları, “yüce” adaletin tecelli etmesi değildir. İşleri ya da çıkarları öyle gerektirdiği için müdahale ederler suç âlemlerine. Yazarların iyi kötü ayrımı belirsizdir; polisler, siyasiler, yargıçlar, savcılar ve suçlular aynı çizgide buluşur, aynı yöntemleri kullanırlar. Ahlaken farksızdırlar birbirlerinden. ABD’de yaşanan 1929 büyük bunalımının ardından doğan bu yeni polisiye tarzının kötümser havası, aslında toplumsal bir gerçeğe denk düşmesi nedeniyle o dönemdeki bütün edebi türler içerisinde belki de en eleştirel olanıydı. Celil Oker’in romanlarında da toplumsal hayata eleştirel bir bakış var. Zengin ve saygın kesimden insanların yoksullarla kesiştiği anları kriminalleştirir ama bilinçli bir tercihle siyasetin alanına açılmaz, suçun ahlaki sorgulamasına girişmez, cinayeti çözümlerken toplum vicdanını rahatlatmayı amaçlamaz. Şöyle özetleyecektir:
“Remzi Ünal ben… Kafası karışık, kafası net, ne istediğini bilen, ne istediğini bilmeyen Remzi Ünal (…) Olsun. Böyle iyiydim ben. İstanbul’un sokaklarında kafasına göre dolaşıp duran bir özel dedektif. Ne adalet peşindeydim ne ceza. Tek derdim kendimi utandıracak şeyler yapmamaktı. On yıllardır dünyanın bütün metropollerinde dolaşan meslektaşlarımı kollayan tanrıları utandıracak şeyler yapmamak.”
“Yalnızca yerli malı bir özel dedektifim; ne cinayet masasından ne savcılıktan ne adli tabibliktenim” felsefesinden hareketle devletle ilişkilerini mümkün olduğunca aza indirgeyen, emniyet teşkilatından uzak duran, kendisini hâkim ve infaz savcısı yerine koymaktan imtina eden Remzi Ünal’ın belki de asıl eleştirisi bu uzak duruşta çıkar ortaya. Mesleği suç ve ceza ile ilgili ama o böyle bir dünyada adaletin kurumsal anlamda tesis edilemeyeceğinin farkında. Devleti temsil edenlerden, siyasi ya da ahlaki sorgulamadan uzak durması bir başka sorgulamayı akla düşüren bir manevradır: Sorgulanan sistemin, toplumun ve insanın kendisidir. Zira bu suçlar ve cinayetler bu toprakların siyasi/toplumsal/ ekonomik tarihini/izlerini taşırlar. Teker teker bireylerle uğraşarak toplumsal çözümlere ulaşmak ne anlamlı ne de inandırıcı olabilir. Celil Oker’in siyasi ve toplumsal eleştirisi olayların ve karakterlerin seçimiyle keskinleşecektir. Mesela Son Ceset’te karşımıza çıkan iktidar partisinin ilçe başkanı, onun hırslı karısı, her türden kirli ve kanlı oyunu göze almış siyasi rakipler, bilgisayar şirketindense korsan programcılığı tercih eden genç müteşebbisler, üç beş kuruş için yakınlarını satmaya hazır sıradan insanlar, saçma sapan televizyon programları ve bütün bunların çözümünü emniyet ve adalet kurumlarının dışında arama eğilimi son yılların İstanbul’una dair karanlık bir tablo çıkarır ortaya. Artık kötülük uzaklarda bir yerlerde değil, içimizde, yanı başımızdadır. Kimilerinin zenginlik hırsı, kimilerinin işsizlik ve gelecek kaygıları kıskançlık ve rekabet duygularını kamçılamış; bu rekabetçi, eşitliksiz, ayrımcı toplumsal yaşantıda kötülük dediğimiz durumun tohumları saçılmıştır. Karamsar ama gerçekçi bir bakışla İstanbul’u her açıdan kuşatır Celil Oker, ki çağdaş polisiye romanda aradığımız tam da böylesi bir yaklaşımdır… Kişiler konusunda gösterdiği ayrıntı avcılığı ve tasvirciliğinin mekânlara ve güncel siyasete de yansıdığını özellikle belirtmek gerekir. Ancak Remzi Ünal’ın merceğine takılan İstanbul manzaraları kent ya da “ecdat” güzellemesi yapan yerli polisiyelerdeki çakma tablolara hiç benzemez. İncili kaftanlarına sarınmış muktedirlerin saraylarında geçmez Celil Oker polisiyeleri… Merceğine takılan, turistik gezi rehberlerini andıran polisiyelerde rastgelmediğimiz görüntülerdir… Teneke mahalleler, Kasımpaşa’nın bıçkın kıraathaneleri, Beyoğlu’nun arka sokakları, sefalet, sokak çocukları, gaspçılar, pislik, fuhuş… Ve hemen onların yanı başındaki pırıltılı, steril zengin semtleri… Yıkılan, el değiştiren, çehresi değişen, zenginlerle yoksulları mekân anlamında da ayrıştıran, kentsel dönüşüm adı altında yeni rant alanları yaratan bir metropol olarak İstanbul, Oker romanlarının suç kurgusunda önemli bir rol oynar. Remzi Ünal “özel dedektif” yani “private eyes” teriminin hakkını verecek kadar iyi gözlemler dış dünyayı. Gündelik hayatı ayrıntılarda yakalar. Olayı çözmek için insan davranışlarını tahlil etmenin farkındalığıyla Remzi Ünal iyi bir karakter tahlilcisidir… Öyle ki Remzi Ünal’ın yaptığı, dedektiflikten ziyade insan sarraflığıdır; selamına mukabele etmeyen berberin ruh halini, zenginlerin küçümseyici göz atışlarını, kenar mahalle delikanlılarının triplerini ve benzeri pek çok küçük ama karakteristik ayrıntıyı seçer ve tasvir eder. Remzi Ünal’ın çözümlediği vakaların dramatik yanı zaman zaman hikâyenin kriminal yanına kıyasla ağır basar.
İşte bunları görür Remzi Ünal’ın gözleri. O gördükçe ahlak ve siyaset sessizce yayılır hikâyenin katmanlarına. Aslında Remzi Ünal’ın yaptığı dedektiflik işi baştan sona ahlaki ve siyasi bir faaliyettir. Tıpkı Celil Oker’in yazarlığı gibi…
Remzi Ünal ancak ve ancak 20. yüzyılın sonlarındaki İstanbul atmosferinde karşılığını bulabilecek bir karakter. Zaten Celil Oker’in Remzi Ünal’daki başarısı da polisiyelerde sık rastlayamadığımız kadar gerçek bir insan tipi yaratmasındandır. Ve bana göre polisiye edebiyatımızın gelmiş geçmiş en başarılı dedektif tiplemesi Celil Oker’in Remzi Ünal’ıdır.
Pek çok yazımda polisiye roman türünün iki farklı ekseninden söz etmiştim. Birincisi okurun heyecan ve merak duygularına hitap eden, hoşça vakit geçirmeyi önüne koyan, hikâyenin bilmecesine ağırlık veren klasik polisiyelerdir. Günümüzde her ne kadar melezlenmeler olmuşsa da bu türün mirasçıları best-seller kalıplar içinde üretiyorlar romanlarını. Polisiyelerin ikinci ekseni, “suçu” bir oyun olmaktan çıkarıp sokağa, yeryüzüne indirenlerin etrafında dönüyor. Onların mirasçıları, dedektifin merceğini kullanarak günümüz dünyasının çeşitli görünüm ve sorunlarının izini sürüyorlar. Yani toplumsal dinamiklerin, modern yaşam tarzlarının ideolojik çözümlenmesi öne çıkıyor ya da üstü örtülmüş suçları, tarihin mağlup ve mağdurları araştırılıyor. Manchette’in ifadesiyle özetlersek; “İyi kara roman toplumsal bir romandır, toplumsal eleştiriye dair bir romandır, suç hikâyelerini konu eder ama toplumun -veya toplumun bir bölümünün- belli bir yerdeki, belli bir andaki portresini yansıtmaya çalışır.” Celil Oker, işte bu fikriyattan hareketle yazmıştı polisiye romanlarını. Suçun arkasındakine uzanan, çağın hayat tarzlarını sorgulayan, toplumdaki yozlaşmanın bireylerde yarattığı travmayı önemseyen Oker’in anlattıkları bu coğrafyaya dairdi, bizim hikâyelerimizdi…
“Sırtımı odadakilere çevirip pencereye yaslandım. Sigaralarımın dumanını çekip alan pencereye. Arkasında İstanbul vardı. Bir sürü başka pencere, bir sürü balkon, bir sürü dam, bir sürü insan. Yukardan sakin görünüyordu. Duvarların arkasındakiler birbirlerini incitmiyor gibi. Hırslarının, sevgilerinin, yetersizliklerinin aşkına birbirlerini öldürmüyor gibi. Nefes almaya çalıştım açık pencerenin önünde. Dayan Remzi Ünal dedim kendi kendime. Senin İstanbul’un bu. Senin insanların.”