Celil Oker’in ardından
Talas Amerikan Koleji 1963-1967
Tarsus Amerikan Koleji 1968-1971
Celil Talas’tan Tarsus’a gelen son ekiptendi. Beni kendisine meraklandırıp yakınlaştıran birinci özelliği sürekli bir şeyler okuyan biri olmasıydı; tarihî ve polisiye romanlara müthiş düşkündü (günü gelip de kendini hazır hissedince polisiye roman yazmak istediğini ta o günlerde söylediğini anımsıyorum). İkincisi de birçok şeyin zırva ve önemsiz olduğunu düşünen ve ciddiye alınışını kalın gözlükleri arkasından kıs kıs gülerek izleyen biri olmasıydı.
Celil’le birlikte Boğaziçi Üniversitesi’nin İngiliz Dili ve Edebiyatı bölümüne girdik. İlk yılımızda yedi TAC 71’li sekiz kişilik bir odada yatıyorduk. İkinci ve üçüncü yıllarımızda dört kişilik odalara geçtiğimizde de Celil’le beraberdik. Okula başlar başlamaz ikimiz de tiyatro kulübüne girdik, ben bir de folklor kulübüne yazıldım ve müzik kulübünü şekillendirmeye giriştim. Sonuçta dersler çok arka planda kaldı. Bölümdeki öğrencilerin çoğu kolejlerden gelen, tatillerini yurt dışında geçiren, İngilizceleri bizimkinden kat kat ileri, genelde İstanbullu kızlardı. Derslerde en ön sırada uçtan uca her nedense hepsinin de adı “e” ile biten bu hanımlar dizilirdi (Hale, Lale, Şelale, Ayşe, Nadire, Piyale hatırlıyorum). En arka sırada da (eğer derse girmişsek) ben, Celil, diğer iki ya da üç erkek ve isyankar ruhlu bir iki kız oturup sigara içerdik. Aradaki sıralar boş olurdu. Öndekiler hocayla kendi aralarında bir şeyler konuşuyor olurlardı, bizleri pek umursayan olmazdı. İşin enteresan tarafı, arkadakilerin hemen hepsi sonradan edebiyatı yazar veya hoca olarak meslek edindi, öndeki hanımlardan birinin ABD’de doktora yaptığını duymuştum, o kadar.
Celil’le ikinci sınıfın sonunda tiyatro ve müzikten başımızı kaldırıp baktığımızda not ortalamalarımızın okuldan atılmamızı gerektirecek kadar düşmüş olduğunu fark ettik. Dersler bittikten bir süre sonra fakülte genel kurulu toplanacak ve hakkımızda karar verecekti. Celil’le boşalmış yurt binasındaki odada bir hafta kadar toplantıyı bekledik. Her nedense ikimiz de parasızdık, Birinci sigarası içip zeytin ekmek yediğimizi hatırlıyorum. Celil’in “Ulan mühendislik falan okuyor olsaydık olurdu da, şimdi evdekilere gidip edebiyat bölümünden atıldım nasıl denir” deyip acı acı gülüşünü çok net hatırlıyorum.
Toplantı günü çıkıp binanın önünde oturup beklemeye başladık. Toplantı adam başı bir paket Birinci’yi tamam edinceye kadar sürdü. Sonra kapı açıldı ve fakültede bir yıldır matematik hocalığı yapmakta olan bir öğretim üyesi hızlı adım çıktı, bize dönüp “siz kaldınız, ben atıldım” dedi ve gitti. Birkaç hoca benle Celil’in notlarının düşük olmasına nedenin serkeşlik değil, edebiyatın uygulamasıyla (tiyatro) ve sanatla uğraşmamız olduğunu savunmuş ve kurulu bir şans daha verilmesine ikna etmiş. Matematik hocası ise kız öğrencileri rahatsız ettiği için atılmış (annesini evlenecek kız bakmaya kızlar yurdunun müdiresine göndermesi meşhur hikayeydi).
Celil’in bir özelliği haksızlık saydığı bir durumla karşılaştığında hemen isyan etmesi ve duygularını koyvermesiydi. Unutamadığım bir anı: Sanırım üçüncü sınıfta “tez araştırması” diye zorunlu bir ders vardı, o dersi veren hoca nezaretinde bitirme tezi için usulüne uygun araştırma yapmak gerekiyordu. Dersi hiç hoşlanmadığımız, miadı dolmuş bir adam veriyordu ve benle Celil o dersin varlığını bile unutmuştuk. Bir gün kantinde otururken biri “Hoca sizi görmek istiyormuş” dedi. “Nereden biliyorsun?” deyince binaya gidin görürsünüz dedi. Hoca kağıtlara “Celil ve Semih bana uğrayın” yazıp girişten başlayarak binanın her katına asmış. Mecbur gittik. Odaya önce ben girdim, Celil koridorda bekliyor.
Hoca kapıyı kapattı, çekmecesinden o zamanlar serbest satılan Diazem şişesini çıkardı, “ben bundan bir tane yutacam, bence sen de yut, konuşmamız ağır geçecek” dedi, istemem dedim. Adam lafa “sen farkındaysan bu okula tesadüfen düştün, sen kim İngiliz edebiyatı kim, senin baban bankacı, mezun olunca sana bir bankanın kambiyo şubesinde falan tercümanlık bulur, geçinip gidersin” diye başladı. Sonra “tez n’oluyor?” dedi, “gayet güzel başladım, olacak” dedim. “Konu nedir?” dedi, “Ionesco” dedim, adam “bravo, tam senlik, yahu Unesco’nun edebiyatla ne ilgisi var?” dedi. “Unesco değil hoca, Ionesco, şu sıralarda en popüler oyun yazarlarından, bilmiyor musunuz?” dedim, “bilmiyorum” deyince “hayret, diğer hocalara sorun, size anlatırlar” diye hafiften diklenince hava değişti.
Arkamdan Celil girdi odaya, koridorda oturup çıkmasını bekledim. Neredeyse bir saat sonra Celil gözler kan çanağı çıktı odadan. Hoca buna sen yazarlığa heveslisin ama şunu, şunu okudun mu diye bayat klasiklerden birkaçını saymış, bu da okumadım deyince yazarlığı boş ver, git Kayseri’de kitapçı dükkanı aç falan diye dalmış. “Hapı yuttun mu?” dedim, “Yuttum” dedi. Bu hocanın Celil’in sonradan ulaştığı noktalardan haberi oldu mu bilmem ama ben ABD’ye geldiğimde içime dert olduğu için bu adama iki satırlık bir mektup yazmıştım, “İstanbul Üniversitesi’nden edebiyat doktoramı aldım, şu anda Yale tiyatro okulunda doktora-üstü yapıyorum” diye, “Sen zeki çocuktun, şaşırmadım” diye cevap yazmıştı.
Celil başladın mı elinden bırakamadığın ünlü Remzi Ünal polisiye romanlarının dışında uzun yıllar reklam metin yazarlığı yaptı, sonra bir noktada Bilgi Üniversitesi’nde öğretim üyesi oldu. İstanbul’u ziyaretlerimde mutlaka görüşüyorduk ve gençlere bir şeyler verebilmek için harcadığı çabanın derecesine afallıyordum. Yararına ve doğruluğuna inandığı yola kendini bu ölçüde adayan başka birini tanıdığımı sanmıyorum.
Semih Fırıncıoğlu
Tiyatro Yönetmeni – Müzisyen