Bir Talas Tarsus Ortak Hikayesi

TAC Life (Tarsus Amerikan Koleji) Dergisi, 2011

Bir Talas Tarsus Ortak Hikayesi
Polisiye edebiyatımızın çok okunan yazarlarından. Kendi öyküsünde sıkı bir Tarsus Amerikan örgüsü anlatan Oker’den Talas’tan İstanbula bir yazarlık serüveni.
TAC’ 71 mezunu



Kayseri’de doğup büyüdüm. Talas Kayseri’nin nahiyesiydi ve şehir dışındaydı. Dolayısıyla yatılı okuduk. Herhalde benim Talas’a gelmemin, bir Amerikan okulunda eğitim görmemin ve öyle iman etmemin gerekçesi babamın karayolcu olmasıydı. 1950-1960 yılları arasında, Karayolları Türkiye’nin en batıya bakan kurumlarından biriydi. Babam Kayserili olduğu için doğduğundan itibaren beni o okula yollayacağımı kafasına koymuş. Ben daha kundaktayken okulu ziyaret etmiş beni bir sıraya oturtmuş ve sen burada okuyacaksın demiş. Nihayetinde ben de oraya gittim ve ilk günden itibaren bir başka yaşam tarzıyla bir başka dünyayla tanıştım. İlginç olan şu, Talas’ın resmen son mezunu benim. Biz son sene, kapanma meselesinden dolayı iki sınıf okuduk. Orta ikiler ve üçler. Hazırlıklar ve birinci sınıflar bizden önce Tarsus’a gitmişti. Dolayısıyla yeni sıpalara ağabeylik yapma hedefimiz kursağımızda kaldı. Çünkü onlar yoktu. (Gülüyor). O senenin sonunda bizim sınıftan herkes mezun oldu, bir tek ben coğrafyadan ikmale kaldım. Orta ikiden de 3-4 çocuk vardı, ikmale kalmış. Yaz sonunda sınavı almak için okula gittik. Sonuçları açıklarken müdür çıkıp okudu “Bilmem kim bu, bilmem kim şu onlar geçti”. Sonra kâğıdı kapadı, cebine koydu döndü gitti. “Sör ben ben?” dedim. Döndü ve “5” dedi. Dolayısıyla Talas’tan en son mezun kişi sıfatıyla Tarsus’a intikal ettim.

Yazmaya ortaokulda mı başladınız?
Tabii. Son sınıfta, o zaman reklam yazarlığı diye bir mesleğin olduğunu bile bilmiyordum, yazmakla ilgili bir iş yapma eğilimim vardı. Onun da alanı, olsa olsa gazeteciliktir diye düşündüm. Başka bir şey bilmiyordum. Orta okuldayken mahalleden arkadaşları örgütleyerek mahallenin duvar gazetesini çıkardık. Şimdi Türkiye’nin hatırı sayılır ressamlarından Mahmut Karatoprak bizim gazetenin grafik tasarımcısıydı logosunu o yapmıştı bir arkadaşımızın babasına çerçeveli askı yaptırıp ağaca asmıştık. Sokağın ortasında, duvar gazetesi ama ağaçta dururdu gazetemiz. Her sayı kilidi açardık, yazıları koyardık, kilitlerdik. Ve kenara çekilir, bakkalın yanına sotaya yatıp kaç kişi bakıyor diye sayardık. Fotoğraflarını biz çekerdik. Yazılarını biz yazardık. Birlikte fotoroman da çektik. Rock grubu da kurduk, her şeyi yaptık canım. Şahane bir çocukluk yaşadım yani.


Bu arada Akba yayınlarına size bir roman göndersem yayınlar mısınız diye bir mektup da yazmışsınız.
Tabi o ukalalığı da yaptım. Akba yayınları Türkiye’de polisiye roman konusunun en baba yayıneviydi. Çok iddialı. Nasıl bir cesaretse, adamlara daha ortada hiçbir şey yokken, “Ben de polisiye roman yazmak istiyorum, yazarsam ve size gönderirsem basar mısınız?” diye mektup yazdım. Ve inanılmaz olan oradan cevap geldi. Korkunç bir şey yani. Acayip insanlar olmalılar! “Hadi lan, yürü” falan da demiyorlar. “Mektubunuzu aldık, teşekkür ederiz, biz prensip olarak sadece çeviri eserler yayınladığımız için, telif eser yayınlamıyoruz. O yüzden bilginize,” diyorlar.


Duvar gazetesi Tarsus’ta da devam etti mi?
Birebir aynısı olmasa da evet. Önce yazıları el yazısı ile yazıp duvara yapıştırıyorduk. Sonra gazete gibi olmasına karar verdik. Gazete olunca haberleri, köşe yazıları, tefrika hikayeleri ve çeşitli bölümleri oldu. El yazısı veya mürekkepli kalemle yazılmış gazete olmaz. Daktilo ile yazılır, mizanpajı olur. Böyle yan yana üç tane A4 konmaz. “Biz” gazetesini Turgut Bademli’yle üstlendik. Daktilo ile dizi haberleri, köşe yazılarını. Okulun en merkezi yerinde duruyor. Problemsiz çıkardık gazeteyi. Sansür yok. Sansür teşebbüslerini de biz tutuyoruz. İlk kurgu denemelerimi orada yaptım. Tefrika halinde polisiye öyküler yazdım gazeteye.


Sonra üniversite…
Seçenekler çok değil. Benim de böyle mühendislik falan okumayacağım belliydi. Robert Kolej ise hem ayrı bir sınav yapıyor hem lise hocalarından tavsiye istiyor hem de lisedeki not ortalamasına bakıyor. Dolayısıyla ben oturduğum yerden herhalde Robert Kolej’e giremem diyordum. Fakat tam sınava gireceğim yıl, Robert Kolej Boğaziçi Üniversitesi’ne dönüşmeye karar verdi. Koşullar değişti. Ben de denemek için gittim. Hem İstanbul’u da görmemiştim bir göreyim dedim. Cağaloğlu’nda Kayserililerin bir oteli var. Hala duruyor oraya geldik Bebek otobüsünü bulduk. Boğaziçi’ne gideceğiz ve sınav için kayıt yaptıracağız. Üniversiteye geldik, o yokuştan çıktık arkadaşımla. Bir baktım, rektörlüğün yanından çıkan bir merdiven yukardan aşağı insan dolu, kayıt için. “Ben bu kuyruğu beklemem,” dedim. Fakat boşuna gelmiş olmayalım, gezelim görelim diye, kuyrukta bekleyenlerin yanından sıyrılıp yukarıya futbol sahasına çıktık ki, ortalık mahşer yeri gibi. O gün üniversitenin açılış günüymüş. Ve ben orada, dolaşıyorum. Ama ne göreyim, sağım Tarsuslu solum Tarsuslu. Herkes ağabey. Biri “ne arıyorsun burada?” dediğinde, “Ya ağabey güya kayda geldim ama kayıt kuyruğu çok uzun vazgeçtim” dedim. “Gel peşimden” dedi. Başka kapıdan aldı beni, hoop birtakım merdivenlerden dolaşıp bir masanın önüne geldik. “Bunun da kaydını yap,” dedi. Hemen nüfus kağıdını verdik. Sınava girme kartını aldım. Sınavda kazanınca Boğaziçi’nde kaldım.


İngiliz dili ve edebiyatı okumayı sevdiniz mi?
Şahaneydi. Lisede, hakiki kitapları okuyup konuştuğumuz için, temel kurgu yapılarını, karakterleri az çok biliyorduk. Ama esas şahanelik, bu bölümü bitirince ne olacağımı bilmemekti. Bize önerilen hocalık formasyonu derslerinin hiçbirini almadım. Dolayısıyla, bir sertifikam da yoktu. Dört yıllık okulu sekiz yılda bitirdim. Boğaziçi Üniversitesi’nde üç kuşak falan gördüm.


Diplomayı alınca ne değişti?
Hiçbir şey değişmedi. Zaten söylüyorum, hayatımda benden diploma iki kere soruldu: biri askere giderken, diğeri de bu okula (İstanbul Bilgi Üniversitesi) tam gün öğretim görevlisi olarak atanırken. Bir Allah’ın kulu da senin diplomanı görelim falan demedi.


Bu arada evlendiniz…
80’de evlendim. 85’e, oğlum üç yaşına gelip yuvaya gidene kadar, bekarlık mı, evlilik mi çok fark etmeyen, mesai dışı işlerde çalışan, dolayısıyla çok çalışmayan biriydim. Bana sorduklarında çevirmenim diyordum ama çalışmazsan, çeviri yapmazsan aslında çevirmen değilsinizdir. Özellikle kayınpederim sorduğunda öyle diyordum. Ne zaman ki Ali üç yaşına geldi, ana okuluna gitmesi lazım, onlar da her ay para istiyorlar. O zaman çalışmaya başladım.

Eşimle sıkı bir kavga ettik bir akşam. Mali durum, para pul… Ben de kavganın sonunda ona dedim ki “Tamam lan giderim iş bulur, gelirim”. Ertesi sabah kalktım Maslak’ta Anadolu Yayıncılığa gittim. Anadolu Yayıncılık “Türk ve Dünya Yazarları Ansiklopedisi”ni çıkarıyor. Başında Taha Parla Hoca var, Boğaziçi’nden. Ve çalışanların yarısı benim arkadaşlarım. Aynı Boğaziçi’ne girerken yaşamış olduğum gibi salona bir girdim herkes benim adamlar. Gittim Taha Hocaya “Bana da iş verin,” dedim. “Peki yarın gel,” dedi. Ben de akşam eve gittim, “iş bulduk” dedim. (Gülüşmeler). Bu iş dünyasının en şahane işi, çünkü madde yazıyorsunuz. Şefimiz Taciser Belge, Murat Belgenin o zamanki eşi. Herkes benim arkadaşım. Kimse kart falan basmamızı istemiyor, başımızda oturan yok. Alt katta danışmanlardan biri şair, çevirmen ve bilim adamı: Cevat Çapan. Öbürü Mehmet Fuat. Bir buçuk, iki yıl devam etti. O arada askerlik çıktı. Askerden dönüşte bir dolu reklamcı arkadaşım vardı. Şu reklam yazarlığı işine bir bakayım dedim. O sırada Markom isimli reklam ajansı adam arıyordu. Başvurdum ve işe alındı. Reklam bilgisi sıfır, marka falan lafı hiç yok ortada. O dönemler öyleydi, zaten okulu yok. Nasıl öğrendim? Yine şans! Patron, yani kurucularından biri Haluk Mesci idi. Haluk Mesci, o kuşakta üniversiteyi bitirdikten sonra direkt reklama geçen ilk insan. Kafaya koymuş ve başka bir şey olmadan reklamcı olmuş. Türk reklamcılık tarihinde önemli isimlerden biri. Reklam konusunda her şeyi ondan öğrendim, benim ustam, bu anlamda odur. Orada iki yıl falan çalıştım. Beni ilgilendiren bir fiyasko sonucunda istifa ettim. Bir ilan yapmıştık. İlan çıkıp geldiğinde bir baktık imza yok, adres bile yok. Ben atlamışım. Üstelik yabancı dergide yayınlanıyor o dönem büyük maliyet. Bu ilanın namusu benden sorulduğu için, istifa edip gittim.

İşsiz olan adam ne yapar, çıkar eski iş yerine gider. Ben de kalktım yine ansiklopediye gittim, adamlarım orada. Orada on dakika-yarım saat otururken bir çocuk geldi, “Nazar Bey seninle görüşmek istiyor,” dedi. Nazar Büyüm hem ansiklopedinin yayıncısı hem Adam Yayıncılık ve Anadolu Yayıncılık’ın, hem de Merkezi Ajans’ın patronu. Gittim, “Hoş geldin, ne oldu?” dedi. “Nazar bey istifa ettim,” dedim, “gel burada çalış,” dedi. O sırada Ana Britanica’yi çıkarmayı düşünüyordu. O şansı verdiği için büyük bir saygı ve sevgiyle anıyorum. Böylece Merkez Ajans”ta işe başladım, derken üniversiteden arkadaşım Emre Senan ve iki arkadaşla daha birlikte kendi ajansımızı kurduk. Böylelikle bir anda reklam ajansının ortağı oldum. Orada 1999 yılına kadar ağırlıklı olarak yazarlık işini yürüttüm.


Adı neydi ajansınızın?
Adı, çok kötü. Reklamcılık Ticaret. Böyle bir isim olamaz. Türkiye’nin gelmiş geçmiş en kötü reklam ajansı adı (Gülüyor).


Yazarlık nasıl başladı peki?
Bütün üniversite ve ondan sonraki yıllarım, bir hikayeci olmaya uğraşmakla geçti. Hikayeci adaylar ne yapar, yazar, yazdıklarını arkadaşlarına filan gösterir, işi bilenlere okutur, dergilere gönderir. Bütün bu süreçlerin hepsini yaşadım. 80’den sonra benim ait olduğum siyasi yapı Türkiye İşçi Partisi, gençler için “Yarın” diye bir dergi çıkarmaya başladı. Ona da yolladım hikayeler basıldı. Dolayısıyla ben sonunda öyküleri basılan bir hikayeci, yazar oldum. Şahane bir durum, gönderiyorsun ve basıyorlar. Fakat ne olduysa ben edebiyata küstüm. Ne bekliyordum bilmiyorum. Çok acayip ünlü olmayı falan mı bekliyordum acaba? Hikâye yazmak ile aramız soğukluk girdi. Sonra reklamcılık yaptım, reklam hakkında çeşitli dergilere yazılar yazdım. Ve hikâye işi kendiliğinden öldü. Ama 1998 yılındaki bir yarışma son zamanlarda kafamda gezdirdiğim bir meseleyi canlandırdı Kaktüs Kahvesi, 1. polisiye roman yarışması. Buna katılayım dedim.

Gençliğimde çok sıkı polisiye roman okuruydum. Bunun üzerine doktora, tez versem veririm. Yine gençliğimden, edebiyat mevhumu iyi kötü var. Reklam yazarı olduğum için hababam çalışmayı biliyorum. Yani ilham filan gerekmiyor. Bir şeyler yazacaksan, yazarsın. Ben yazamadım demek yok reklamcılıkta, iyi olur kötü olur, ama yazacaksın. Tabii ki son anda yetiştirdim ve son bir postaya verdim. Ondan sonra bekle bekle. Sonra bir telefonla sen kazandın dediler. Yarışmanın şahane ödülü de kitabın basılması! Yüz lira para ödülü de var, ama esas mesele kitabın basılması. Disketleri yolladım, kitap basıldı. O sırada ajansla biraz problemlerim vardı, ayrılma kararı aldım, hisselerimi devrettim. Nasılsa sarılacağım bir şey bulmuştum.


Tam zamanlı yazar olmaya mı karar verdiniz?
Evet, son olarak aslında niyetim o. Fakat ajansta çalışırken, İstanbul Bilgi Üniversitesi’nden Aydın Uğur Bey, Haluk Mesci aracılığıyla beni çağırdı. Problem şu: Üniversiteye ilk alınan öğrenciler üçüncü sınıfa gelmiş. Üçüncü sınıfta copy writing (reklam metni yazılımı) diye bir ders var ama bu dersi verecek adam yok. “Sen verir misin?” dediler, “olur” dedim. Ve bir yıl yarı zamanlı o dersi verdim. Bu arada oturdum ikinci kitabı yazdım. Onu da bilerek, çok hızlı yaptım ki, “Ben hala buradayım,” hissi doğsun. Sağ olsun Oğlak Yayınları kitabımı bastı. 2000 yılında da tam zamanlı olarak Bilgi Üniversitesi’nde çalışmaya başladım. Ondan beri devam ediyorum. Yedi romanım, bir hikâye kitabım çıktı. Şu anda da çok uzun yıllardan beri Türk basınında ihmal edilen bir alanı yeniden yaşatıyoruz. Yeni çıkan Yurt gazetesinde roman tefrika ediyoruz. Birinci tefrika gazetenin birinci gününde başladı. Evde her gün yazıyorum.


Charles Dickens gibi! Her gün yazıyorsunuz. Konu nereye giderse…
Aynen öyle. Ama o kadar dağınık olamayız. Ve bunun ne kadar şahane bir şey olduğunu görüyorum. Çünkü, tıpkı reklam yazarları gibi yazmak zorundasın. Gak guk, bugün yazmayayım filan yok! Karnım ağrıyor, ilham gelmiyor yok! Oturup yazmak zorundasın.


Biraz yedekli gidebiliyor musunuz?
Üç-dört gün. O yüzden kılıç tepemizde böyle sallanıyor. Yani üç gün yatsam, yazarımız hasta bilmem ne diyecekler. Yazarlık dediğiniz şey, ilhamla, tanrı vergisi yetenekle ilgili bir şey filan değildir. Öncelikle oturup yazmak lazım. İkincisi, nasıl yazacağını bilmek gerekiyor. Bu da yazmadan okumadan öğrenilemiyor. Her şeyi bilmek gerekiyor. Karakter nasıl yaratılır, diyaloglarda neye dikkat edilir. Bunların hepsini bildikçe ve çalışarak uyguladıkça oturup yazıyorsunuz. Asla özel biri, seçilmiş biri değilsiniz. Adamın biri, “I’m not a writer, except when I write” demiş. Yazdığım anlar dışında bir yazar değilim. Bu kadar.


Son kitabınız Yenik ve Yalnızdan sonra başka bir kitap var mı?
Daha sonra bir hikâye kitabı çıkardım. Beyaz Eldiven, Sarı Zarf. Onda birtakım hikayeler var. Polisiye, biraz sert, şehir filan. Yine bildiğim alanlarda dolaşıyorum, normal edebiyatçılığa dönmüyorum…n