Tefrika Dergisi

Önder Yetişen ile Söyleşi, 2015

Türkiye’nin en önemli polisiye roman yazarlarından Celil Oker ile Bilgi Üniversitesi’ndeki çalışma odasında biraz Remzi Ünal, biraz da Celil Hoca’nın kendisiyle ilgili konularda muhabbet ettik. Bu değerli hocamızın ve abimizin sohbetine buyurun siz de ortak olun. Yeni kitabı “Sen Ölürsün Ben Yaşarım” da kısa bir süre önce basıldı ve şimdi kitapçılarda. Edebiyatla öyle veya böyle ilgisi olan herkesin bir şekilde tanıması gereken yazarlarımızdan Celil Oker’e çok teşekkür ediyoruz bu değerli sohbeti için.



Tefrika: Hocam merhaba. Nasılsınız, mutlu musunuz?
Celil Oker: Reklamcıyken işin parasal açısından bakarsak rahat bir adamdım. Şimdi reklamcılıktan ayrıldım hocalığa döndüm ve işin o yönünü soranlara şöyle diyorum: “Reklamcıyken; ev, villa, arsa dışında ne istersem alıyordum. Şimdi orayı bıraktım hocalığa döndüm. Hangi kitabı istersem onu alıyorum.” (gülüyoruz) İşin mutluluk kısmı açısından sorun yok yani.


Tefrika: İlk kitabınızı okumuştum. Polisiye ile çok aram olduğu söylenemez ama insanlara okuma alışkanlığı kazandırmak açısından çok etkili bir tür olduğunu düşünmüşümdür. İlk kitap genelde insanın hayattaki tecrübelerini vs. direkt olarak aktardığı bir çalışma olur ve asıl serüven (hele bir de ilk kitap çok beğenildiyse) ikinci kitapta başlıyor. Bize ikinci kitaptan başlayarak yazarlık sürecinizden bahseder misiniz hocam?


Celil Oker: Bu bahsettiğin meseleyi son derece bilerek başladım bu işe. Zaten şöyle bir şey var; bizim yaratıcı yazarlık teknikleri atölyelerinde konuştuğumuz bir şey. İnsanlar characterization işini kendi kendilerine çalışmadan yaparlar. Çünkü gerekli olan her şeyi kendi hayatlarından pat diye oraya koyarlar. Yani karakter ilk okula nerede gidiyor diye düşünmene gerek yok. Sen nerede gittiysen odur. Doğru ikincide iş zordur. Çünkü o malzemeyi kullandınız. Şimdi gerçekten uydurmanız lazım. Bunun farkında olan bir adamdım. Öncelikle “Çıplak Ceset” bir yarışmanın sonucu olarak zuhur etmişti. Çıkınca da ilgi toplamıştı, “Lan iyi bu” falan bir şeyler demişlerdi.


Tefrika: Ödüllü de bir kitap aynı zamanda.
Celil Oker: Hayır, zaten ortaya çıkmasını sağlayan şey ödül. Kaktüs Kahvesi basılmamış romanlar arasında yapılan bir yarışmaydı. Ödülü de burada kazanacak romanın Oğlak Yayınları tarafından basılacak olmasıydı. Herkes sözleşmenin gereğini yerine getirdi; birileri seçti, Raşit (Çavaş) de gacırt diye bastı. O kadar ki ödül töreni yapıldığında kitap basılmıştı, elimizdeydi yani. O sıralar benim de ajansla hafif karın ağrıları durumu başlamıştı herhalde. Birazcık oradan ayrılma gibi planlarım da vardı. Kitap olayı olunca ilk gençliğimden beri bildiğim editörlerin yeni kitap götüren herkese sorduğu soruyu soracaklarını düşündüm. Benim bildiğim işini severek yapan başarılı editörler, “Tamam iyi abi de, ikincisi var mı?” der. Mehmet Fuat falan hep öyle derdi zamanında. Bu yüzden o iş ortaya çıkıp hallolduğunda, “Ben bunun ikincisini mutlaka yazmalıyım.” dedim ve o yaz kesintisiz çalışarak ikinci kitabı yazdım: “Kramponlu Ceset” Raşit de hemen bastı.


Tefrika: Raşit Abi 6 tane istiyormuş diyorlar. (Gülüyoruz)
Celil Oker: Ne güzel. Keşke öyle isteseydi. Neyse yapmam gerekeni biliyordum yani. Yazmalıydım ve demeliydim ki: “Aga, ya ben buralarda olacağım. Bu böyle bir seferlik bir şey değil.” Yani bu mesajı verebilmek için ikinciyi ara vermeden çalışarak yazmam ve bunun basılmasını sağlamam gerektiğini biliyordum ve öyle yaptım. Yani biliyordum başıma gelecekleri. Bilinçli çalıştım.


Tefrika: Peki yerli malı dedektif fikri? Benim çok fazla bilgim yok da bu meslek koluyla ilgili. Var mı hocam çevrenizde bu işi yapanlar.
Celil Oker: Var canım, dolu.


Tefrika: Var mı? Çok ilginç.
Celil Oker: Şimdi şöyle: Tanıdığım var mı bilmiyorum. Mesela Hürriyet gazetesinde…


Tefrika: Hocam yapıyorsanız söyleyin. (Gülüyoruz)
Celil Oker: Yok valla. Banane… Hürriyet gazetesinde uzun yıllar, seri ilanlarda müteferrik vardır ya, nereye koyacağımızı bilemedik yıllardır. “Araştırmalarınızda, soruşturmalarınızda…” falan yazar ilanda. İşte o adamlar dedektif. Bunlar ne yapıyorlar. İnternette de denk geldim birkaç kez. Sizin mesela kızınız var, bir oğlanla görüşüyor. İşte oğlanın peşine takıyorlar: “Neyin nesi lan bu herif bir bak bakalım.” diyerek. Ticari iş yapacaksanız, vadeli çalışacaksanız vs. araştırma istiyorsunuz. Yada borçlunuz falan varsa “Bul şunu!” gibi durumlar. Yani bu dedektif olsa ne olur, olmasa ne olur. Zaten şunu da biliyoruz ki edebiyattaki ve sinemadaki dedektiflik müessesesi de hiç öyle romantik bir şey değil. Amerika’da gerçeğini bildiğimiz gibi, devletin güvenlik bilmemnesinin yetmediği yerlerde adamlar bu işi yapıyorlar. Şu anda mesela bir bankaya girdiğinizde, otele girdiğinizde mesela bir sürü güvenlikçi adamlar var. Onlara özel dedektif desek manzara değişecek birdenbire. Yani böyle hem var hem yok. Ben de gençlik okumalarımdan bu işin özel dedektifsiz olmayacağına karar verdiğim için bu iş sıradan, yapılan bir meslekmiş gibi davranmaya karar verdim ve böyle bir adam uydurdum.


Tefrika: Kurgu yazdığınız için soruyorum bu soruyu. Yazdığınız konuyla ilgili bir araştırma yapar mısınız yada tarihi bir roman yazdığınızı varsayalım. Bu konuda bir araştırma ihtiyacı hisseder misiniz, yoksa benim hayal gücümdür ben böyle hayal ediyorum mu dersiniz?
Celil Oker: bu kadar birbirinden ayrı iki farklı şey değil bunlar. Öncelikle ne yaparsanız yapın okurunuzda bir gerçeklik hissi uyandırmak zorundasınız. Okur sizin yalan söylediğinizi biliyor zaten. Ama uydurmanızı ciddiye almaya hazır bir şekilde kitabınızı eline alıyor. Burada işte o adamın gerçeklik beklentisini karşılamanız lazım. Bir miktar uydurmaya izin veriyor. Ama bu miktarı aşarsanız: “Saçmalamış ulan bu” diyerek kitabınızı elinden bırakıyor. Benim de işte en efelenerek anlattığım kısmı bu; bizim kahramanımız işlerini hallediyor, ortalıkta dolaşıyor, kimse de ulan bu adam neyin nesi demiyor. Tabii burada bütün marifet bende değil. Marifet bizim geçmişimizde çünkü hem sinema açısından, hem edebiyat açısından, hem televizyon dizileri açısından özel dedektifliğe aşinayız.


Tefrika: Bir tane de bizden olsun diyoruz galiba.
Celil Oker: Heh. Ama bizden yok. Şimdiye kadar olma girişiminde bulunanlar da özel dedektif değil. Mesela gazeteci, zaman zaman tam bir dedektif gibi davranmasına rağmen asıl mesleği gazetecilik.


Tefrika: Çok birbirine paralel meslekler.
Celil Oker: E tabii. Ama bende dedim ki; gazeteci gibi bir meslek sahibi yaparsam bunda orijinal bir taraf olmaz. Polis gibi polis yaparsam yani hakiki devlet görevlisi polis gibi olsa, onu da bilmiyorum. Nerden bileyim yani o adamlar nasıl çalışır ne yapar. Bilmediğim için girmiyorum, bilmeden bu konuya giren herkesin de başarısız olduğunu düşünüyorum. Anlatabildim mi?


Tefrika: Burada sormak istediğim işte tam bu ayrım noktası. Karakterinizin polis olmasını istediğinizde sizin hayal ettiğiniz polisi yazmayı tercih etmezsiniz anladığım kadarıyla.
Celil Oker: Nasıl edeyim. Uydurma olur işte. Ben şimdi bir anımı anlatayım. Evin önünde bir durum olmuştu. Biri bir arabaya çarpıp kaçmış falan. Polis geldi işte site malum bazı sakinler indi kapının önüne. Polis sordu işte: “Plakasınız aldınız mı?” Birileri de cevapladı 34 bilmem ne diye. Polis eline yazdı plakayı. Şimdi ben bunu resmen nereme sokayım. Bunu yazarsam bir yere, dalga geçiyor derler.


Tefrika: Siz bilmiyorsunuz belki ayrıntılı olarak ama okur da bilmiyor.
Celil Oker: Bak başka bir hikaye daha anlatayım. Bu daha muazzam bir hikaye. Şimdi benim arabam çalındı tamam mı…


Tefrika: Geçmiş olsun hocam.
Celil Oker: Eski hikaye. Çalındı işte evimin önünden, ben de karakola haber verdim. 3 gün sonra sabahın 6’sı gibi telefon çaldı: “Arabanızı buldum, falanca karakolunun önünde. Gidin alın oradan.” Ondan sonra, kalktım gittim. Tabii hikâye yani anlatayım çok acayip geldi bana çünkü. Girdim işte içeriye: “Merhaba, niye geldiniz, he işte tamam, buyurun oturun…” falan. Bir polisle herhangi bir işiniz olduğunda ilk soru “Ne iş yaparsınız?” olur genelde. Ben de işte hocayım falan dedim sıyırdım. Aralarından biri: “Hocam bizim bu çay ocağının tüpü bitti, şeyapamıyoruz. Bir şeyetseniz.” dedi. Hoca olduğum için çay ocağına 30-40 lira neyse artık tüp alma durumundayım. Mesela otomobil servisim var desem başka iş yapacağım.


Tefrika: Her bütçeye göre bir eksik var yani hocam?
Celil Oker: Heh aynen öyle. Sonra dediler ki: “Araba şurada. Lütfen onu alın. Bilmemne polis merkezine götürün. Orada dedektifler parmak izi falan alacaklar sizden. Hazırladıkları raporları falan da alın. Arabayı teslim alabilirsiniz sonra.” Aslında kendilerinin götürmesi gerek ya neyse. Yanıma da işte bir memur verdiler. Bindik arabaya, bir baktım arabanın kontağının alt kısmındaki kablolar falan açık. Bağırsaklar dışarda. Lan ben bunu nasıl götüreceğim falan diyorum. Polis: “Kolay ya! Düz kontak şöyle yapılır.” dedi, şak diye arabayı çalıştırdı. Peki, onu da öğrendik. Arabanın içinde inanılmaz kötü bir koku var bu arada. Ne olduğunu anlayamıyorum ama dayanılmaz derecede kötü. Neyse bütün pencereleri açtım, küfrede küfrede söyledikleri karakola geldim. Çıktık bizim dedektiflerin yanına. 4 tane dedektif orada oturmuş laflıyorlar. Bir tanesi buyur etti. Tabii kendi aralarında abuk sabuk bir şeyler konuşuyorlar o sırada. Ben de orada dinliyorum. Sonra benim işi aldı adam eline. Tutanaklara baktı, etti. Sonra, “Hocam bakar mısın şuna! Yav Allah Allah arkadaşımıza bak, ne güzel el yazısı varmış, inci gibi.” dedi. Herif memur ya! Devlet memuru böyle güzel bir el yazısıyla yazınca mutlu oldu herif. (gülüyoruz) Sonra işte, hadi inelim, bakalım, dedik. Adam arabanın etrafında döndü bir tur, sonra kafayı içeri uzattı. Kasapların çengeli vardır ya, ondan çıkardı arabanın içinden, ucunda bir et parçası. “Bununla kasap soymuşlar.” dedi ve attı çengeli öyle bir tarafa. Neyse çıktık tekrar. Rapor yazdı vs. tabii külliyen sallama bir şeyler. Aldım arabayı, öyle kurtarmış oldum. Şimdi ben bunu yazsam ne olur, yazmasam ne olur. Ne demek istediğimi anlatabiliyor muyum? Bu herifleri ne romantize edebilirsin, ne bir şey yapabilirsin. Ne bileyim neresinden tutulur bilemedim.


Tefrika: Behzat Ç. diye de bir örneğimiz var ama hocam. Başınızdan geçen olaydaki polisin birebir yazılmış hali herhalde.
Celil Oker: Demek ki onun yazarı, bu mevzuları az çok biliyormuş ve üzerine bir şeyler kurabilmiş. Ben bu mevzuda sıfırım.


Tefrika: Bir de sanırım bu örnek üzerinden genelleme yapmak insanın başını derde sokabilir.
Celil Oker: Tabii.


Tefrika: Yazarken özellikle markaları kişiliğe dair nitelendirmede sıkça kullanıyorsunuz. Sizin de uzunca süre reklam yazarlığı yaptığınız biliniyor. Bu tercihin sebebi nedir?
Celil Oker: Gerçeklik duygusunu okurda yaratabilmek için dikkat etmeniz gereken hususlardan biri de her şeyin adını söylemek. Dünya üzerinde milyonlarca şey var. Fakat o milyonlarca şeyin 3 katı da isim var. Gözlük üzerinden anlatmak gerekirse; kapıdan içeri giren bir adamın sadece gözlüğü bile bir çok mesaj verebilir onun hakkında. 100 tane hal ve tasarım, 100 farklı şey söyler insana. Marka dediğimiz şey de bu detaylandırma dediğimiz işin en uç noktası. Şu sigarayı ne kadar tanımlarken ne kadar daraltırsak daraltalım, kırmızı Marloboro’dan daha ötesi yok yani.


Tefrika: Evet özellikle kırmızı uzun Marlboro gibi karakteristik ürünlerden bahsediyoruz galiba. Reklamcılık daha çok bu detaylarda destek oluyor galiba?
Celil Oker: Örneğin Swatch’ına baktı deyince, çok parası olmayan ama durumu çok da kötü olmayan vs. bir örnek beliriyor kafanızda. Bır bır bır uzun uzun yazmak belki sıkıcı gelebilir okura. Fakat marka hemen kafasında bir tip canlandırması konusunda direkt etki edebiliyor. Okur da o zaman mutlu oluyor. Okurken kolay ve anlaşılır olması durumu.


Tefrika: Hocam polisiyenin sizde özel bir geçmişi var. Bu soru biraz yazmaya başlama sürecinize de uzansın. Neden polisiyeyi seçtiniz tür olarak kendinize?
Celil Oker: Şöyle ki gençlik yıllarımda; lise biraz muğlaktı ama üniversite ve sonrası diyebiliriz sanırım. Çok net bir şekilde Türkiye’nin Hemingway’i olma niyetlisi bir genç adamdım. Polisiye de okuyordum ama esas derdim oydu. Yazar olmak isteyen genç insanların yaptığı her şeyi ben de yaptım. Sonunda “Yarın” dergisinde art arda 5-6 öyküm yayımlandı. Yayımlanmayı ölçü alırsak işte yazar oldum, derken reklam yazarlığı süreci başladı. Hemingway olma hedefi bu sırada gümbürdedi tabii. Hiçbir şey yapmadım; ne yazdım, ne de yayımlanma peşine düştüm. Fakat hayatım boyunca ne iş yaptıysam hep yazmayla ilgili oldu. Başka bir iş yapmadım. Çeviri yaptım, ansiklopedi yazdım, biraz yalandan gazetecilik yaptım, ondan sonrası da reklam yazarlığı işte.


Tefrika: Araya girip bir şey soracağım hocam; o ilk yayımlanan hikâyeler Hemingway olmak isteyen Celil Oker’in yazıları mıydı yoksa “Bu yayımlanır, bunu yazayım.” diyerek yazılmış yazılar mıydı?
Celil Oker: Zor bir soru bu ama herhalde Hemingway olmak isteyen yazılardı. Ondan daha iyisini yapamayacağımı düşündüğümden elimdeki neyse onu döktüm ortaya. O ayrımı çok net söyleyemem. Neyse yaş 47-48 olunca emeklilikte ne yapayım soruları belirdi kafada. O sırada memlekette polisiye de yükseliş göstermekteydi. Ciddi ciddi kendimle konuştum ve “Ulan bu memlekette bunu yapabilecek insanlar varsa, biri de benim.” dedim. Niye? Şunun için. Bir; bu zımbırtının külliyatını biliyorum ben, plus olarak külliyat üzerine yazılanları da okudum; eleştiriler, bok püsür vs. Biraz da edebi ahlak, edebi el kıvırma durumları var. Öte yandan da reklam yazarlığı yaptığım için bu işin ıkınmayla, sıkılmayla, ilham beklemekle olmadığını, bir çalışma mesaisi gerektirdiğini biliyorum. Ben bunu yaparım, dedim. Hiç kalem mevzuuna girmeden, bir süre “Türkiye’de polisiye roman nasıl olmalıdır?” üzerine soyut düşündüm. Çalıştım, notlar aldım. O zamanki çözümlerimden biri şöyle bir şeydi: Bir dedektif olacak, kendisi katili bulmak için akıl yürütecek falan. Sonra o bulacak katili ama onun bulduğu katili polisler 2 tokat falan atıp kendileri bulmuş gibi gösterecekler falan filan (gülüyoruz). Sonra ondan vaz geçtim. Tam bu hazırlıklarımın falan sonunu getirip bir şeylere başlayacağım zaman Kaktüs Kahvesi’nin yarışmalığı ortaya çıktı. Dedim, tamam başlayacağım.


Tefrika: Sadece bağ evini mi kullanıyorsunuz yazarken? Detaylandıralım hatta; tam olarak kafada kurguladıktan sonra mı başlıyorsunuz, yoksa çalışma masasına oturduktan sonra mı gelişiyor süreç?
Celil Oker: Hayır sadece orası değil. Evimde de çalışma odamı kullanırım, burada da yazarım arada. Kurgu meselesinde de öyle çok salla paça gitmem. Tabii kafamdadır nereye gideceği ama önemli olan şu ki belli noktalarda okuru şaşırtmanız lazım. Ama belli noktalardaki bu şaşırtmaların dozu o kadar yüksek olmalı ki kendinizi de şaşırtmanız lazım. Bu durum bazen planı bozmayı gerektirebiliyor ama genelde daha güzele doğru sürüklüyor.



Tefrika: Hocam yeni kitaptan bahsedelim biraz. Hayırlı uğurlu olsun. Yeni kitapta diğer kitaplardan biraz daha belirgin şekilde ülkenin gidişatıyla ilgili konularda göndermeleriniz dikkate çarpıyor.

Celil Oker: Onu taa başından beri hep bir şekilde dahil ediyorum. Tabii siz bir şey söylemeseniz de malın yansıması lazım. Ama şöyle bir durum var; devamlı düşünüyorum, acaba fazla mı kaçtı diye. Bu çekinmenin asıl sebebi durumu sömürmekten korkmak aslında. Ama şimdi bu durum o kadar her tarafımızdan üstümüze üstümüze geliyor ki dışında kalamıyorsunuz. Bu sefer dışında kalmak realiteden kopmak anlamına geliyor.


Tefrika: İnsanlarımız artık yediden yetmişe politize vaziyette olduğu için partizanlık garip bir hal aldı. Galatasaray’lı olan nasıl sonra başka takımı tutamıyorsa, insanlar da partileri ne yaparsa yapsın bir şekilde arkasında durması gerektiğine inanmış halde. Bu durum yaptığınız göndermelerle ilgili antipati yaratır ve okuru uzaklaştırır mı sizce?
Celil Oker: Bana ne abi. Bu nedenden koyacaksa koysun. Örneğin kitabın bir cümlesinde; “Adamların yüzünde Gezi’den beri görmeye alışkın olduğumuz bir öfke vardı.” derken burada Gezi’yi oraya sokuşturma çabası yok. Yine de Türkiye’de halihazırda var olan çeşitli bakış açılarını düşünürsek bu göndermeler yanlış anlaşılabilir diye korkuyor insan. Zaten bu durum dışında adam hasbelkader kitabımı eline almış ve 15-20 sayfa okuduktan sonra bile devamını okuma yolunda kitapla bir bağ kuramamışsa kabahat benimdir.


Tefrika: Sizin midir gerçekten?
Celil Oker: Tabii, kesinlikle. Buna %100 inanıyorum. Bir kitapla okuyup okumama yönünde okur bağ kuramadıysa suç yazarındır. Ama şunu unutmuyorum; aradan bir 3 yıl geçer ve adam tekrar kitabı eline alır. Bu kez okursa şahane. Yazar sıyırdı! (gülüyoruz)


Tefrika: Sonuçta kitaplar yazılırken de “Kim okusun?” diye bir karar verilir. Sonuçta insanların ilgi alanlarını baz alırız bazen. Burada durum biraz daha okurla ilişkili olmuyor mu sizce de?
Celil Oker: Burada kurgu ve kurgu dışı olarak değerlendirirsek şöyle bir açıklama yapmak gerekir: Kurgu yazıyorsanız adamın kalbini tatmin etmelisiniz, kurgu dışı bir çalışmada ise mantığını. O kadar. Kurgu dışı bir kitap için de zihinsel ihtiyaçlarıyla bir bağ oluşmamışsa kaldırır atar. Ama şunu unutmamak gerekir; yazarın her zaman bir ikinci, üçüncü şansı vardır o okur üzerinde.


Tefrika: İnsanlar yaşadıkları veya yaşamak istediklerine dair bir şeyler okumak isterler şeklinde bir önerme vardır ya. Kahramanı bu önerme doğurur genelde. Siz de böyle düşünüyor musunuz? Kötü bir kahramanı yazmayı düşünür müsünüz mesela? Dedektifimiz özenilecek biri olmasa?
Celil Oker: Mehmet Murat Somer var. Öyledir genelde karakterleri. Fakat benim inandığım şudur ki; karakteriniz bir anlamda çok özgün olacak, bir anlamda da çok genel. İkisinin arasındaki bu bağı kurma meselesi. Yalnızca çok özgün olursa, uçmuş bu herif, derler. Çok genel olursa da, ne var bunda sıkıcı, derler.


Tefrika: Hocam peki özel olarak ilgilendiğiniz yazı dışında bir merakınız var mıdır?
Celil Oker: Üniversite hocalığı yaptığım için ve özellikle temel bilimin ötesinde reklam gibi bir ders söz konusu olduğundan her şeyi bilmem gerekir. Öğrencilerle iletişim sırasında bir konuya uzak kalırsam onun sıkıntısı kötü. Bu nedenle boktan, tırıvırı bilgilere karşı özel bir merakım var. Zaten gençken de meraklıydım. 9gag diye bir geyik sayfası var, her akşam bakmadan yatmam mesela. Ne zaman, nasıl faydalanacağımı bilmediğim ama bilsem iyi olur dediğim şeyler.


Tefrika: Kitaplarınızdan sinemaya uyarlanma gibi bir durum oldu mu şimdiye kadar?
Celil Oker: Oldu, oldu da, sinema dünyasında nasıl söylüyorlardı hatırlayamadım şimdi. Bir sürü konuşma, anlaşma yaptık vs. derken aksilikler oldu kaldı öyle. Ama isterim yani. Filmin de başarısı veya başarısızlığı onu yapan kişiye aittir sonuçta. Öyle düşünürüm, müdahale etmem pek.


Tefrika: Son olarak şöyle bir şey sorayım, vaktiniz için de teşekkür ederim. Çok sevdiğimiz hocalarımızdan Ünsal Oskay toprağı bol olsun, Celine çeviremeden ölürsem mezar taşıma çevirdi diye yazarsınız demiş. Sizin mutlaka yapmam gerek dediğiniz bir şey var mı?
Celil Oker: Yok. Ben hayalini kurduğum her şeyi yaptım. Daha ne isterim Allahtan. Şimdi istediğim ne, yaşım ilerliyor yavaş yavaş. Sağlığım bozulmasın.


Tefrika: Hocam sigarayı yedek paketle taşıyorsunuz. (gülüyoruz)
Celil Oker: Orada bir teknik hata oldu. Diğer paketi unuttum sandım da aldım. Neyse yani sağlığımız yerinde olsun. Derslerime devam edebileyim. O kadar başka da bir beklentim yok.


Tefrika: Sağlıklı, uzun ömrünüz olsun hocam. Çok teşekkür ederiz değerli vaktiniz ve güzel sohbetiniz için. Hayra karşı..